9 Nisan 2012 Pazartesi

Psikanaliz ve Sinirbilim

Modern dünya makineyi icat etti ve yaşamı doğa üzerinden yaşamak yerine sistemli ve makineyle entegre olmuş bir yaşam formunu benimsedi. Bunun sonuçları her şeye olduğu gibi insanın kendilik algısına da yansıdı ve... modern toplumda insan kendi varlığına madde ve ruh olarak iki farklı perspektiften bakar oldu. Bu ikiye ayrılaşma bilimlerinde doğa ve beşeri bilimler gibi bir ayrımına sebebiyet vermiştir.

Bilimler kendi özellerinde ilerlemelerini sağlar, kendi teorileriyle açıklamalar yapmaya çalışırken; gelişen ve büyüyen bilgi birikiminin karşındaki birikimi değersiz görme gibi narsist tutumlara da sebebiyet verdiği bir yüzyılın sonunda, post-modern dünya insanı bir tüm, bütün olarak kabul görme gerçeğini yadsımaktan vazgeçip ruh ve bedeni tekrardan birbiriyle barıştırmasının ardından bilimsel tümleşmenin de gerçekleşmesi, farklı perspektiflerin zıt kutuplar yaratmak yerine kombine yaklaşımlar yaratmaya çalıştığı bir bilimsel serüvenin içerisindeyiz bugünlerde.

“Bölünmüş Bilim” diyebileceğimiz bu evrenin sonunda, yavaş yavaş köprü görevi gören disiplinler yükselişe geçmiştir. Nöropsikiyatri ya da biyolojik psikoloji ve diğerleri. Tüm bu isimsel kalabalıklaşma, bilgi bankasının bütünleşme çabası, parçaların birbiriyle kenetlenme ihtiyacıdır. Parçalanan her olgunun sonradan bütünleşmesi ve bütün her olgunun daha da büyümek için sonradan parçalanması, evrensel prensiplerin en büyüleyici yanı olsa gerek…

Bilindiği gibi, beynin gelişimi ve işlevselliği, insanın gelişimine ve çevresine sıkı sıkıya bağlı. Son yıllarda, Freud’un da yolun başında arzu ettiği gibi, psikolojik modeller, bilimsel temellere oturtulmaya başlanmış; nöronal iletiye, bilişsel sinirbilime, nöral şebekelerle zihnin işleyişine dair modeller geliştirilmiştir. Nöroplastisite kavramı ile ilgili gelişmeler, semantik ve deklaratif bellek sistemleri, ruhsal hastalıkların biyolojik kökenleri ile ilgili çalışmalar, kaçınılmaz olarak psikanalitik kavramları da etkilemiştir. Zihnin işleyişine dair en tutarlı modeli geliştirmiş olan Freud’un ortaya attığı, bilinçdışı, bastırma, id, libido gibi kavramlara yönelik sinirbilimsel açıklamalar gündeme gelmiştir. Heyecan verici bu yeni çalışmalar, Freud’un psikanalizle başlattığı arayışın süreceğini göstermekte ve zihnin gerçekte nasıl çalıştığını anlayabilmek ve hastalara daha çok yardımcı olabilmek konusunda iyimser olmamıza olanak vermektedir.

Psikoloji bilimini derinden etkilemiş Freud’un teorisi ve onu takip etmiş psikodinamik teorilerle, sinirbiliminin Kraepelin’den beri biriktirdiği verileri birleştirebilmek günümüzün en önemli bilmsel düşlerinden biri. Bir diğer deyişle, ruh ve beden arasında bir barış sağlamak ve “ikilik” yerine “bütünlük” temasına odaklanmak. Bu belki de “Bölünmüş Bilim” adına bir terapi gibi işleyecek ve “Bütün Bilim” evresine geçişi sağlayabilecek bir çalışma sahası. Son olarak söylenecek şey, artık yakın bir gelecekte sanki farklı iki dili konuşuyor gözüken Psikanaliz ve Sinirbilimin birbiriyle tercümelerle değil ‘ortak bir dil’ de konuşabiliyor olduklarını göreceğimize hayalden çok daha yakın olduğumuzdur.
 

En Tutkulu Aşk 18 Ay Dayanıyor!!!
Yapılan araştırmalar, aşkın kalpte değil beyinde yaşandığını gösterdi. En tutkulu aşk 18 ay dayanıyor.

Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Sultan Tarlacı, kişinin aşık olduğu zaman vücutta meydana gelen fizyolojik değ...işikliklerin binlerce yıldır kalple ilişkilendirildiği için aşkın simgesi olarak seçildiğini, ancak aşkın aslında beyinde yaşanan bir olay olduğunu belirterek, “Aşkın ömrü en fazla 3 yıl” dedi.

Milyonlarca kişi Sevgililer Günü’nü kalbi yüzünden mi beyni yüzünden mi kutluyor? Binlerce yıldır aşkın simgesi olarak kalp gösteriliyor. Ancak yapılan araştırmalara göre aşk kalpte değil, beyinde yaşanıyor. Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Sultan Tarlacı, insanın aşıkken hissetiği duygunun karşılığının beyinde olduğunu dile getirdi. Aşk başladığında meydana gelen iştah azalması, yemeden içmeden kesilme, nabız artışı, çarpıntı, terleme, titreme, bağırsak hareketleri, mide asidi ve yutma sıklığı gibi fizyolojik değişiklikler nedeniyle kalbin binlerce yıldır aşkın simgesi olarak seçildiğini anlatan Doç.Dr. Tarlacı, “Aşkın simgesinin değişmesi çok zor. Binlerce yıldır gelen bir simgeleştirme var, ama insanlarda esas olarak aşk duygusu beyinde yaşanıyor. Ancak vücutta yansıması kalpte oluyor. Oysa aşk beyinde başlar, beyinde gelişir ve beyinde biter” dedi.

En tutkulu aşk 18 ay dayanıyor Tutkulu bir aşka kapılan kişinin uyanık olduğu zamanın yüzde 85’ini sevdiği kişiyi düşünerek geçirdiğini, önceliklerinin değiştirdiğini ifade eden Doç. Dr. Tarlacı, “Bilimsel çalışmalarda aşık insanların kan ve omurilik ve beyin sıvılarında obsesif hastalıklara benzer değişiklikler olduğu ortaya çıkmış. Bu ilk sekiz aydan itibaren bu kimyasal değişiklik normal insanlardaki seviyeye iniyor. Tutkulu aşkın ilk başlarında insanların beyninde haz hormonlarında ciddi artış ortaya çıkıyor. Aşk davranışsal olarak bitmeye başladığı zaman bu kimyasalların miktarı azalıyor, tutkulu aşkın bitme süresi ise 12-18 ay arasında değişiyor” diye konuştu.

Beynin derinlerinde
Aşkın kişilerin derin beyin yapılarındaki ’Ödül- mükafat’ bölgelerinde değişiklik meydana getirdiğini belirten Doç.Dr. Tarlacı, “Aşık kişiler maşuklarını gördüklerinde derin beyin yapılarında ödül-mükafat bölgelerinde haz kimyası okyanusuna düşmüş olurlar. Özellikle alın lobu bölgesi çalışması azalır. Alın lobu beyin bölgesi insanlar için akılsallaştırma, niyet ve karar verme ve mantıksal çıkarımlar için en önemli bölgedir. Mantığın ve sosyal kurallara uymanın, ahlakın ve saygının kaynağıdır. Aşıklarda bu bölgede çalışmada azalma, işlevlerde zayıflama ve kayıpla sonuçlanır. Bir şekilde aşk gelir akıl gider. Aşık olanlar bu nedenle aptalca ve mantıksız riskler almaya eğilimli olurlar. İmkansız aşk olduğu konusunda kendilerini ikna etmeye çalışanlara aldırmazlar” dedi.

Aşkın kişilerin zihinlerinde yaratıcılığa neden olduğunu sözlerine ekleyen Doç.Dr. Tarlacı, beyin hücrelerinin yenilendiğini, yaşamı uzatan beyin hormonu olan sinir büyütme hormonunun kanda belirgin bir şekilde yükseldiğini, ağrıya duyarlılığı arttırdığını söyledi.

Aşk geçici Aşkın geçici olduğuna dikkati çeken Doç. Dr. Sultan Tarlacı, bu sürenin en fazla 3 yıl olduğunu belirterek, “Önemli olan süresi değil, önemli olan o dönemi tutkulu ve en iyi şekilde yaşamak, zaman içinde bunun biteceğini bilmektir. Zamanla aşk sevgiye dönüşür, insanlar yaşam boyunca aşk arar ancak bir iki kez karşılaşılır. Ayrılma durumunda bu geçici durumu kabullenip depresyona girmemek gerekir” diye konuştu.
Yaşlanan Gözlerimiz Bizi Hasta Ediyor

Araştırmacılar hastalıkların neden yaşla birlikte ortaya çıktığını açıklamaya çalışıyor. Yaşlanan gözlerimiz de bizi hasta ediyor.

Araştırmacılar onlarca yıldır hafıza kaybı, geç tepki verme, uykusuz...luk ve hatta depresyonun da aralarında bulunduğu bazı rahatsızlıkların neden yaşla birlikte ortaya çıktığını açıklamaya çalışıyor.

Yüksek kolesterol, obezite, kalp hastalıkları ve hareketsiz yaşam tarzı gibi şüphe uyandıran faktörleri derinlemesine incelediler. Son zamanlardaysa gözden kaçan bir potansiyel suçluyla ilgili birbiri ardına araştırmalar yapılıyor: Yaşlanan göz. Göz yaşlandıkça gözbebeği daralır ve mercek sararmaya başlar. Bu yüzden de daha az miktarda güneş ışığı retinada bedenin biyolojik saati olan sirkadyen ritmini düzenleyen önemli hücrelere ulaşılır. Kansas Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde göz hastalıkları profesörü olan kocası Martin Mainster ile birlikte yaşlanan gözlerin sağlığa olan etkisiyle ilgili çok sayıda makale yazan göz doktoru Patricia Turner, “Bu etkinin çok büyük olduğuna inanıyoruz” diyor.

Biyolojik saat, günün ihtiyaçlarını karşılamak için sabahları vücudun enerjisini artıran, geceleri de dinlendirmek ve onarmak için vücudu yavaşlatan hormonal ve psikolojik süreçlerdir. Bu vücut saatinin düzgün işlemesi için ışık gerekir. Araştırmalar, biyolojik saati normalden farklı saatlerde çalışan insanların, örneğin gece mesaisine kalanların, uykusuzluk, kalp rahatsızlıkları ve kanser gibi hastalıklara daha sık yakalandıklarını gösteriyor.

Rhode Island’daki Brown Üniversitesi’nden Doktor David Berson, “Evrim içimizde muhteşem bir zaman mekanizması yarattı ancak biyolojik saat kusursuz değil. Her gün ayarlanması gerekiyor” diyor. Retinadaki ışığa duyarlı hücreler güneş ışığını emip, beyindeki biyolojik saati kontrol eden “suprakiazmatik nucleus” (SCN) adı verilen bölgeye mesajlar iletir. SCN geceleri melatonin, sabahları ise kortizol hormonlarının salgılanmasını sağlayarak biyolojik saati ayarlar. Melatoninin sağlığa yararlı çok sayıda işlevi olduğu düşünülüyor. Berson’un ekibi 2002 yılında iç retinadaki hücrelerinde, beyinle doğrudan iletişime geçen ve ışık spektrumunun özellikle mavi bölgesine tepki veren ışık reseptörleri olduğunu keşfetti. İngiliz Göz Hastalıkları Dergisi’nde yayımlanan bir makalede, Mainster ve Turner, 45 yaşına gelindiğinde ortalama bir yetişkinin gözündeki ışık reseptörlerinin, biyolojik saatin çalışması için gerekli olan ışığın yalnızca yüzde 50′sini aldığını belirtti.

55 yaşına gelindiğinde, bu oran yüzde 35′e, 75 yaşına gelindiğindeyse yüzde 17′ye düşüyor. Deneysel Gerontoloji dergisinde yayımlanan bir araştırma, parlak ışığa maruz kalan 20′li yaşlardaki kadınlarla 50′li yaşlardaki kadınların melatonin seviyelerinin ne hızda azaldığını karşılaştırdı. Genç kadınlarda melatonin seviyesini büyük ölçüde bastıran mavi ışığın, yaşlı kadınların melaton seviyesine hiçbir etkisi olmadığı görüldü.

İsveçli araştırmacılarsa, göz içi lens taktırmak için katarakt ameliyatı olan hastalarda uykusuzluğun önemli ölçüde azaldığını ortaya çıkardılar. Mainster ve Turnet yaşla birlikte insanların kendilerini parlak güneş ışığına ya da dışarı çıkamıyorlarsa kapalı ortamlardaki parlak ışıklara daha çok maruz bırakmaları gerektiğine inanıyor. Dışarıda daha az vakit geçirdikleri için, yaşlıların karşı karşıya oldukları risk daha büyük. Turner, “Modern çağda, çoğu zaman yapay ışıklar altında, kontrollü bir ortamda yaşıyoruz ve bu ortam güneş ışığından bin ila bin 500 kat daha loş” diyor. Mainster ve Turner, gözlerinin yaşlanmasını önlemek için kendi ofislerine tavan pencereleri ve fazladan flüoresan lamba koydu.

 

 
HAYATTA EN BÜYÜK DOSTUN SEN OLABİLECEĞİN GİBİ HAYATTAKİ EN BÜYÜK
DÜŞMANIN GENE SEN OLABİLİRSİN...
 Seçimini yap ve kendin için dostu mu yoksa düşmanı mı olacağına karar ver. Yaşamdaki tüm acıları atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı... başarabilirsin, istersen kötü alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin. İstersen kendine yeni bir hayat kurabilirsin. Eğer kendinin dostu olabilirsen….
 
 
Uyku Acınızı Hafifletmez

Uykunun “acı veren hatıraları koruduğunu” ortaya çıktı. Uyku acınızı hafifletmiyor!

Zorlu bir günün sonrasında “iyi bir gece uykusu” çekmemiz tavsiye edilir genelde. Ancak bilim adamlarının yaptığı bir araştırma ...aslında uykunun “acı veren hatıraları koruduğunu” ortaya koyuyor.

Uykunun acı hissini koruduğu ve bizi daha kötü hissettirdiğini bulan bilim adamlarına göre uyguladıkları testlerde, travmatik bir olay seyrettirilen insanların sonrasında uyanık kalırlarsa daha az hassasiyet gösterdiklerini saptanmış.

Araştırmacılar, 106 erkek ve kadından bilgisayar ekranındaki resimlere bakmalarını istemişler. Bazı resimler olumsuz nitelikteydi -şiddet, savaşlar ve araba kazaları gibi- diğerleri ise nötr nitelikteydi. Kişilerden, resimlere gösterdikleri duygusal tepkilerini 1ile 9 arasında derecelendirmeleri istendi.

12 saat sonra, kişilere yine bazıları yeni, bazıları ise daha önce görmüş oldukları resimler gösterildi, kişilere resmi daha önce görüp görmediği soruldu ve yeniden tepkilerini derecelendirmeleri istendi.

Massachusetts Üniversitesi araştırmacıları, uyumuş olanların resimleri ilk gördükleri kadar olmasa da üzüntü verici bulurlarken, uyanık kalanların çok daha az üzüntü verici bulduklarını ortaya koymuşlardır.

Bu durum, travmatik bir olay sonrasında uyuyan insanların olaya ait hatıraları veya anımsamaları, uyanık kalanlara göre daha üzüntü verici bulacaklarını ileri sürüyor. Araştırmacılar bu durumun, bilim adamlarının uyku hakkında varsaydıkları her şeyi değiştirebileceğini söylemektedirler...

 
 
Öğrenilmiş çaresizlik
Öğrenilmiş çaresizlik konusu özellikle psikoloji biliminin üzerinde uzunca bir süre araştırma yaptığı önemli konulardan sayılabilir. Öğrenilmiş çaresizlik ifadesi ilk olarak Martin E. P. Seligman tarafından tanımlanmı...ş olup daha çok bireyin kendisinin kontrol edemediği olumsuz olaylara maruz kalmasıyla ortaya çıkan çaresizlik duygusu ve motivasyonsuzluk için kullandığı bir terimdir.
1965'in başlarında, Martin E. P. Seligman meslektaşları ile birlikte, öğrenme ile korku arasındaki ilişkiyi incelemek üzere, köpekler üzerinde Pavlov'un (klasik koşullanma) şartlı refleks deneyini yaparken tesadüfen bir şey keşfetti. Buna göre ilk olarak Pavlov, köpeklere yiyeceğin gösterilmesi ve akabinde bir zil sesi çalınması işlemini defalarca tekrarlamış ve bunun sonucunda da köpekler artık kendilerine yiyecek verilmese de zil sesini duyduklarında tükürük salgılamaya başlamışlardı.Bunu son derece ilginç bulan Seligman ve arkadaşları kendileri bir deney yapmaya başlamışlar.Buna göre herhangi bir deneye tabi tutulmamış 24 tane köpek seçilip daha sonra bu köpekler üç gruba ayrıldı. Birinci gruptaki köpeklere 'kaçış grubu' adını verdi, beyaz bir kabinin içerisine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir halde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uyguladı. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki bir düğmeye basarak şoku kesme imkanına sahiptiler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesiliyordu. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrendiler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başardılar.
İkinci grubtaki köpeklere ise 'boyunduruk grubu' adını verdi ve bunlar 'kaçış grubu ile aynı şartlar altında şoka maruz bırakılıyorlardı. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmiyordu. Bu köpeklere uygulanan şok süresi ise kaçış grubundaki her bir köpeğe uygulanan kadardı. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka maruz kalıyorlardı.

Ancak boyunduruk grubu panele bassa bile şok kesilmediği için 30 kadar denemenin ardından paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçiyorlardı.

Üçüncü gruptaki köpekler ise kontrol grubuydu ve herhangi bir şoka maruz bırakılmıyorlardı.
24 saat sonra tüm köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alan ürdüler. Köpeklere 10 kez şok veriliyor ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umuluyordu. Kaçış grubu ve kontrol grubu kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken, 'boyunduruk grubu' diğer grupların verdiği tepkiyi vermedi. Bu gruptaki 8 köpekten 6 sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulamadı. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5 i hala 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremiyordu. Bu gruptaki köpeklerin %75'i neredeyse karşıya hiç atlayamıyor, %62.5'i ise yedi gün geçmesine rağmen hala başarısızlıklarını sürdürüyorlardı.
Deneyin sonuçları son derece ilginçti. Buna göre elektirk şoku verilen köpekler şaşırtıcı bir şekilde çaresiz olmayı öğrenmişlerdi ve hiç bir şey olmamasına rağmen çitten atlamıyorladı.
Aslında Martin E. P. Seligman’ın deneyi sonraki yıllarda depresyonun nedenlerinin araştırılmasında son derece faydalı bilgiler ortaya çıkardı. Sonraki yıllarda yapılan araştırmalar gösterdi ki depresyonda olan insanlar çaresizliği bir şekilde öğrendikleri için bunalım yaşıyorlardı.
Seligman depresyondaki insanların kötü olaylar hakkında depresyonada olmayan insanlardan daha kötümser olduklarını keşfetti.
Öğrenilmiş çaresizliğe sahip insanların ilaç tedavisi ve psikoterapiyi birlikte almalarında fayda vardır. Seratonin ve Noradrenalin denen antidepresanlar ilaç tedavisi sırasında sıkça kullanılır. Ayrıca depresyonun oluşmasına sebep olan stres faktörlerinin de ortadan kaldırılması tedavinin başarılı bir şekilde cevap vermesi için şarttır.
Öğrenilmiş çaresizliğin temelinde bireylerin,

Karşı tarafa güvensizliği,
Aynı konu üzerinde veya farklı konularda pek çok başarısız deneyim
Başkalarının olumsuz deneyimleri,
Kişinin kendi psikolojik problemleri,
Yine kişinin kendine olan güven ve güvensizlik problemi,
Olumsuz çevre koşulları,
Kişinin sosyal ortamındaki hareketsizlik,
Geleneksel yetiştirilme biçimleri,
Stresli iş ortamı veya aile ortamı,
Değişime kapalı olma gibi konular doğrudan ya da dolaylı olarak öğrenilmiş çaresizliği artırmaktadır.

Sonuç; Öğrenilmiş çaresizlik konusu hayatımızın her aşamasında karşımıza çıkabilecek unsurlardan biridir. Öğrenilmiş çaresizliğin ne olduğunu ve böyle bir durum hissettiğimizde ne yapacağımızı bilmek bizi umusuzluğa düşmekten korur. Psikolojik anlamda ruh sağlığı dingin ve huzurlu birer insan olmak istiyorsak öncelikle olumsuz düşüncelerimizden kurtulmayı öğrenmemiz gerekir. Sonrasında ise genellemeler yapmaktan kaçınmalı ve önyargılarımızı yoketmeyi öğrenmeliyiz.
Eğer yaşamdan daha fazla keyif almak istiyorsak, yaşam kalitemizin daha da yukarıya çıkmasını istiyorsak karşımıza ne çıkarsa çıksın bunun bizim yaşam ünitemizde kendi gelişimimizi tamamlamamız adına yaşandığını bilmeliyiz.
Aslında yaşadığımız her durum ister olumlu olsun, isterse de olumsuz bizlerin daha da ileriye gitmesini sağlayabilir. Yeter ki ne istediğimizi, nasıl istediğimizi, niçin istediğimizi doğru analiz ederek bilmeliyiz.
Gerçekte herşeyin bir çaresi olduğunu, her yolun bir şekilde zamanla ve sabırla aşılabileceğini unutmamalıyız. Bu bilinçle hareket edersek öğrenilmiş çaresizlik diye bir şeyden bahsetmeyiz.

Tedavi Uygulamaları Telefonlarda

Ekrandaki yüzler, anksiyeteye kısa devre yaptırabilir. Tedavi uygulamaları artık telefonlarda.

Araştırmacılar birkaç yıldır depresyon ve anksiyete gibi yaygın sorunları gidermeye yönelik, video oyunlarına... benzeyen basit programlar üzerinde çalışıyor. Sonuçlar o kadar olumlu ki artık bu yazılımları cep telefonunuza indirebilirsiniz. Artık mekândan ve zamandan bağımsız olarak tedavi olabilirsiniz. İyi tasarlanan uygulamalar, geleneksel terapilere katılamayan milyonlarca insana ulaşabilir. Ancak bazı uzmanlar bu gelişmeye temkinli yaklaşıyor.

New York’taki Columbia Üniversitesi’nden Psikiyatr Doktor Andrew J. Gerber, “Bizler, dünyadaki yerimizi bellemek ve yaşamlarımıza anlam katacak ilişkiler kurmak üzere yaratılmış bireyleriz. Bunu içermeyen bir tedaviye ihtiyatlı yaklaşırım” diyor. Akıllı telefonlar üzerine yapılan çalışma, beynin kötü alışkanlıklarını yok etmeyi amaçlayan, bilişsel yanlılık manipülasyonu adı verilen bir yaklaşımın parçası. Bu terimin isim babasıysa, Western Australia Üniversitesi’nden Colin MacLeod. Örneğin kişiyi korkudan nefes nefese bırakan sosyal fobiyi ele alalım.

Araştırmalar sosyal fobiden muzdarip olan pek çok kişinin, çoğunluğu pozitif bir yüz ifadesine sahip bir grup insanın içinde, bilinçsiz bir önyargıyla negatif yüz ifadesi olanlara odaklandığını ortaya çıkardı. Araşt ırmalar bu önyargı ları azaltmanın, anksiyeteye kısa devre yaptırarak beklenen düşünceleri ve hisleri önlediğini gösteriyor. Akıllı telefonlara yüklenen programların birinde, kullanıcılara ekranda iki tane yüz gösteriliyor. Bunlardan birinin ifadesi nötr, diğerininse negatif.

Yüzler üst üste getiriliyor ve bir saniye sonra yok oluyor. Daha sonra ekranın üst veya alt köşesinde bir harf beliriyor. Kullanıcılar harfi tanımlamak için bir düğmeye basıyor ama bunun hiçbir anlamı y ok. A maç, g özleri d üşman bakışlardan kaçırmak, beyni onları göz ardı etmeye şartlamak. Uygulamanın tekrarlanması, otomatik olarak bakışları kaçırması için gözleri ya da yukarıdan aşağı daha fazla kontrol sağlaması için beynin ön kısımlarını eğitebilir. Çalışmaya katılan 26 yaşındaki doktora öğrencisi Stefanie Block, “Tekrara dayandığı için biraz sıkıcı gelebilir ama bunu sadece günde birkaç kere, birkaç dakikalığına yapıyorsunuz” diyor.

Anksiyeteden muzdarip 40 çocuk üzerinde yapılan ve Aralık ayında yayınlanan bir araştırma, bir dikkat yanılgısı programının “anksiyete belirtilerinde önemli ölçüde azalmaya” yol açtığını ortaya çıkardı. Avrupalı araştırmacılar da aşırı alkol tüketimini hedef alan bir yanılgı manipülasyonu programını denedi. Programda kullanıcılar alkollü içkilerin olduğu bilgisayar görüntülerini bir joystick’le iteliyor ve alkollü olmayan içkilere odaklanıyordu. Araştırmacılar bunun alkol alışkanlığını gidermeye yönelik konuşma terapisinin etkinliğini artırdığını ortaya çıkardı. Ancak buna şüpheyle yaklaşanlar da var. Hol landa’daki Leiden Üniversitesi’nden Psikolog Willem Van der Does, “Bunun gerçekten işe yaradığına ikna olmuş değilim” diyor. Harvard Üniversitesi’nin araştırmasına katılan sosyal fobisi olan bir kadın, yolladığı e-postada, “Herhangi bir pozitif etki görmedim. Telefonumda Scramble veya başka bir oyun oynamaktan farkı yok” diyor. Şimdiye dek yapılmış en büyük çalışmada, araştırmacılar 2010 yılında Craiglist’i ve sosyal fobiyle ilgili internet sitelerini kullanarak denekler bulmaya başladı.

Mart 2011′de the Economist dergisinde yayımlanan bir makale projeden bahsederek daha çok ilgi görmesini sağladı. Aylar sonra, anksiyete belirtileri gösteren 338 denek, ekranda iki adet yüzün göründüğü telefon uygulamasıyla toplam 4 bin seans tamamlamıştı. Deneklerin anksiyete seviyeleri ortalama 22 puan azaldı. Oynayacak bir bilgisayar oyunu olmayan, “bekleme listesi”ndeki insanların anksiyete seviyesiyse sadece 8 puan azalmıştı. Fakat bir plasebo grubu, gözlerini kaçırmalarını gerektirmeyen, iki adet yüzün gösterildiği bir video programını denedi ve onların da anksiyete seviyeleri yüzde 22 azaldı. Daha da ilginci, araştırmayı the Economist’te gören denekler, gerek uygulamayla gerek plaseboyla, daha iyi yanıt vermişti. Araştırmaya katkıda bulunan Harvard’lı doktora öğrencisi Phil Enock, “Bu bulgu bizi heyecanlandırmadı. Ne anlama geldiğini bilmiyoruz diyor.

 
2 ·  ·